Seneye İlayda’nın önerdiği muhteşem bir diziyle başladım ve bence bu sayede tüm yıl muhteşem şeyler izleyerek geçti 🙂
The Durrells, bir anne ve dört çocuğunun İngiltere’den bir Yunan adası olan Corfu’ya taşınmalarıyla başlayan bir hikaye. Yabancı oldukları bu yerde bir hayat kurmalarını ve içsel hikayelerini bize anlatıyor. Tam bana hitap eden bir dil ve öğeler içermesi sebebiyle senenin ilk yarısında Corfu benim zihnimdeki safe placeim oldu 🙂
Corfu’dan çıkamadığım ve Carlos hayatımıza girdiği için sanırım senenin ilk filmini ancak şubat ayında izleyebildim; Lanthimos’tan The Lobster. Nasıl anlatsam nereden başlasam 🙂 Güzeldi, acayipti, bildiğin dünyaya yabancılaştırıcı ve ilgi çekiciydi. Lanthimos demişken de söyleyeyim ben Poor Thingsçilerden biriyim 🙂 Sinemada uzun zamandır izlediğim en keyifli filmlerdendi, çok sevdim! Ve bu sene bolca nata yedim 🙂
Tesadüfen denk gelip bir yemek sırasında açtığım Greek Salad’ın beni bambaşka bir dünyaya sürükleyeceğini hiç bilmiyordum, ama öyle haklı ki Ara Güler “Rastgele çekilen fotoğraflar daha güzel çıkar. tesadüfen tanışılan insanlarla daha mutlu oluruz. Kıyıda köşede uyuyakalmak uykunun en keyiflisidir. Plansız “hadi” denilerek yapılan aktiviteler daha eğlencelidir. Her şeyin kendiliğinden olanı güzel.”
Atina’da geçen bu öykü, içerisinde pek çok dünyayı barındırıyor ve aslında bu dünyanın kendi tarihi de mevcut. O tarihi de İspanyol Pansiyonu üçlemesini izleyerek öğrenmiş oldum ve kelimenin tam anlamıyla büyülendim!
İspanyol Pansiyonu ilk film ve sırasıyla Rus Bebekleri ve Aşk Bilmecesi şeklinde ilerliyor hikaye. Ve yıllar sonra Greek Salad bu dünyanın yeni ürünü olarak karşımıza çıkıyor. Açıkçası Greek Salad olmadan bu dünya beni bu kadar büyülemezdi diye düşünüyorum ve önce Greek Salad’ı izlemiş olmanın avantaj olduğunu da.
Yine tesadüfen açtığım bir dizi olan Daisy Jones & The Six beni benden aldı, muhteşem bir müzik şöleniyle de tüm senemin arka planına yayıldı. Kurgu bir hikaye olduğunu anlamam için birkaç bölümü bitirmem gerekti ve ondan sonra daha da lezzetlendi benim için bu görsel ve işitsel şov. Müthiş müthiş müthiş!
BBC One dizilerine sardım bir ara ve gerçekten orada da harikulade şeyler olduğunu söyleyebilirim. Beyond The Paradise, Shakespeare and Hathaway en sevdiklerimden oldu. Father Brown’u da çok izlemek istedim fakat hiçbir yerde bulamadım.
Seneyi Levan Akın’ın Passage’ı ile bitirdim ve açıkçası “dışarıdan” bir gözle “klasik” sahnelerin skeçleştirilmesiyle bağlantıları güçsüz bir hikaye vardı izlediğim şeyde. Müzik seçimlerinin çok iyi olması bu filme beklentimi yükseltmişti, ancak seçilen müziklerin ağırlığı altında durmaksızın ezilen bir şey izlediğimi hissettim.
Gilmore Girls’e başladım ve hala izlemekteyim. The Sopranos’u hala izlemedim. Min Pappa Marienne senenin sonlarında izlediğim tatlı ve güzel bir hikayeydi ve gerçek bir öyküden esinlenilmiş olması ekstra tatlı bir bitiş sağladı filme. Anatomy of a Fall gerim gerim gerildiğimi hissettiğim tuhaf bir haz verdi, tabi ki filmi biraz da Messi güzelleştiriyordu 🙂 Alias Grace uçakta izlediğim ve beni gerim gerim geren bir psikolojik gerilimdi. Çokta lazım değil bence.
Släpp Taget İsveç yapımı bir filme göre bence başarılı ve duygulu bir hikayeydi (yazar burada isveçliler kalpsiz demek istemiyor da, sinema ve senaryo anlayışları bir tuhaf demek istiyor diyelim:) ) Abis fena değildi, A Nearly Normal Family ise acayipti ve izlemesi zevkliydi diyebilirim. Clark ve The Playlist yine İsveç orijinli güzel yapımlardı.İkisini de bayıla bayıla izledim.
2017’de ilk çıktığı zaman herkesin bayıla bayıla izlediği Anne With an E’yi de bu sene nihayet izledim. İzlerken beni zaman zaman boğan havası, bittiğinde “ee hani nerede devamı” sorusuna evrildi.
Yine senenin sonlarında izlediğim Den Sista Resan tek kelimeyle şahaneydi! Umarım hakettiği ödülleri alır, düşündükçe gözlerim doluyor ve ağzım kocaman açılarak gülümsüyorum 🙂 Zihnimde onunla aynı çekmeceye koyduğum, bu sene ilk ve tek Başka Çarşamba filmi olarak sinemada izleyebildiğim Faruk, çok ama çok hoştu 🙂
Bu sene daha evvel izlediğimde bazı hislerime temas eden filmlerden peş peşe iki kez izlediğim üç film oldu, Under The Tuscan Sun, Limonata ve Kelebekler. Ali Atay geçen gün katıldığı programda diyor ki; Limonata youtubeda var, ben arada izliyorum oradan. Ben de öyle, arada açıp izliyorum oradan 🙂 Limonata ve Kelebekler’in her ikisinin de çok ayrı bir atmosferi olduğunu düşünüyorum ve bilmiyorum, izlemek bana hep çok iyi geliyor onları. Under The Tuscan Sun ise her seferinde umut tohumlarını üzerime serpiştiren tatlı mı tatlı bir hikaye olarak benim can yeleklerimden bir tanesi.
Twitter’da gezinirken karşıma Tangerines çıktı bir gün ve yıllar önce izlediğimde ağzımda bıraktığı tadı hatırladım birden ve tekrar izledim bu sene, yine çok güzeldi. İçerik ismi çağrışımıyla Magarsus’u da buraya eklemeliyim sanırım, Türker’le izledik ve sevdik.
Bir gün otururken Soul Kitchen’ı mubide görüp açıverdim ve o sırada başka bir işi olan Türker’ciğim de bu filmi çok sevdiği için kendimizi film dateinde buluverdik 🙂 Perfect Days güzeldi, ama bizim için çoook yavaş akan bir filmdi. Öte yandan Şeflerin Aşkı’nı da ağzımızın suları akacak beklentisiyle izledik, fakat akmadı o kadar da 🙂
Ekim ayı benim için epey verimli geçti film açısından. The Hours’u izleyip çok etkilendim. Günlerce “Mrs.Dalloway çiçekleri kendisinin alacağını söyledi” diye tekrarladı zihnim 🙂 Arizona Dream’i bir kez daha izledim. Bergman Island bir ütü seansında bana eşlik etti ve çok güzeldi. Sadık Ahmet’i ise Türker’le merak edip izledik, yapım ve çekim biçimini sevmesem de hikaye anlatılmaya değer.
TBBT’yi baştan sona bir kez daha bitirdik Türker’le ve artık izlemiyoruz, bu biraz üzücü 🙂
Sweet Home Alabama’yı yıllarca dinleyip bu isimde bir filmin olduğunu da bu sene öğrendim, keyifli bir filmdi 🙂
Nihan’la birlikte tesadüfen açtığımız French Kiss bizi gerçekten büyüledi, nasıl bu zamana kadar izlememişiz hayret ettik 🙂
Ve bu sene nihayet Breaksfast at Tiffany’i de izleme listemde tiklemiş bulunmaktayım 🙂
Senna yine çok etkileyici bir hikaye olarak bu senemde yerini aldı, günde otuz bin adım attığımız İtalya seyahatimizin akşamlarında odada yatarak izlediğimiz güzel bir yapımdı.
Prens’in ilk sezonu bir kez daha izlemek ikinci sezonunu bir çırpıda hüplettim tabi ki ve şimdi üçüncü sezonu beklemekteyim 🙂
Ve tabi ki bu senede Ferzan Özpetek yapımlarından uzak kalamadım, hele ki mubiye gelmişlerken bilmem kaçıncı kez Mina Vaganti izledim. Harem Suare ve Karşı Pencere’yi de kaçıramazdım. Birde Netflix’e gelen bir yapımını izledim ama ismini hatırlayamıyorum. Bir ara Cahil Periler’in dizisine başladım, ama sanki film daha bir tatlıydı, bitiremedim bu yüzden. Bu arada aynı tarihlerde Roma’da olmamız, yeni filmin tanıtımını İspanyol Merdivenleri’nde yaparlarken benim o günü Kolezyum’da geçirmiş olmam ve Ferzan Bey’i göremeden dönmüş olmama biraz üzülüyorum, ama demek ki zamanı değildi…
Ayrıca Caner’in Atina vlogları, Melikşah’ın YouTube kanalı pek çok güzel anıma eşlik etti bu sene, ne diyebilirim ki iyi ki yapıyorsunuz böyle şeyler! 🙂
Hatırlayabildiğim kadarıyla izleyip bambaşka dünyalara adım attığım yapımlar bunlar, arada muhtemelen izlediğimi hatırlamadığım pek çok şey de var, ancak beni benden alamadıkları için burada değiller diye düşünerek 2025’e 6888. Tabur’u izleyerek başladığımı söylemeliyim. Böyle hikayeleri seviyorum, çok güzeldi 🙂

Yorum bırakın